1 Ağustos 2017 Salı

MERSİN GEZİSİ



Herkese merhaba :)
Yine uzuuuun bir ara verdikten sonra bloğuma geri döndüm (gerçekten döndüm mü acaba?) Büyük bir Mersin arşivimden seçtiğim resimlerle bugün anılarımı tazeleyeceğim, bu arada da sizlere gezilecek yerler göstereceğim. Ya da siz benden önce gidip görmüşsünüzdür de siz de bir anı tazeleme yaparsınız. O zaman başlıyorum :)



Haziranda okullar kapandıktan sonra kursta da öğrencilerim bitmek üzereyken hazırlıkta tanışıp bir daha da hiç ayrılmadığımız Melis beni ziyarete gelmişti. Sarıyer sahilde cafede otururken, bana sürpriz yapmış ve 1 hafta sonraki doğum günümü kutlamıştı. Oturup, sohbet ederken bir anda bana Mersine gelsene gezeriz hem yeni bir yer görürsün dedi. Ben de aslında o an çok da gitmeyi düşünmeyerek bilmem bakarız demiştim. Daha sonra bütün gün vakit geçirip ben evime döndüğümde aileme sordum onlar da biraz düşündükten sonra onayladılar. Bir anda bana Mersin yolu görünmüştü. Uçak biletini aldıktan sonra bir sabah babamla birlikte uyanıp, onunla birlikte servise çıktım. Saat 6 falan ve o saatte benim uyanmam imkansız gibi bir şeydi şaka yapmıyorum. :D Her neyse babam servisi bitirdikten sonra beni havaalanına getirdi. Ben pasaport kontrolü yapan insanlara bakıp iç çekerken, bilet alma sırası bana gelmişti. Görevli benden kimlik isteyeceği yerde pasaport isteyince bir an her şeyin hayal olduğunu düşünüp Londraya gidiyorum diye düşünmüştüm ki pardon kimlik diyecektim diye düzelttiğinde Adanaya gittiğimi hatırladım. :D Biletimi alıp valizimi teslim ettikten sonra babam ve arkadaşıyla birlikte oturup bir kahve içtik ve daha sonra ben uçağa doğru yol aldım. Uçağa binip kalkışa geçtiğimizde ilk defa yalnız uçağa binmemden mi yoksa sabah çok erken olmasından mı bilmem bir an elimi kolumu nereye koyacağımı bilemedim :D



Adana'ya ulaştığımda, hiç beklediğim gibi bir hava durumuyla karşılaşmadım. Öyle bir yağmur yağıyordu ki yok yok ben kesin yanlış geldim dedim kendi kendime. Servise binip Mersin'e ulaştığımda Melis ve annesi beni orada bekliyordu. Eve gidip bir şeyler yedikten sonra dışarı çıkmaya karar verdik. İlk gün Mersin Marinaya gittik. Çok huzur veren bir yerdi, kahve içerken havanın hafif esintisiyle birlikte bütün yorgunluğum gitti desem yalan olmaz yani. Orada biraz oturduktan sonra yürüyerek sahile doğru gittik biraz da sahil havası aldıktan sonra eve döndük, yol yorgunluğu denilen bir şey yahu demek isterdim ama hiç yorgunluk hissetmiyordum :)

Ertesi gün daha öncesinde Turkcell'in Salla Kazan uygulamasından kazandığım sinema biletleriyle birlikte Wonder Woman filmi için Mersin Forum'a gittik. Filmi çok beğendim ama şu an onun hakkındaki yorumumu yazmayacağım. Filmden sonra Melis beni Tantuni yedirmeye götürdü. Eh Mersine gelip de Tantuni yemeden dönmek olur mu? Tabi ki olmaz. Tantuninin lezzetini bir kahveyle taçlandırmasam olmazdı tabi ki. Tekrar Mersin Foruma dönüp akşam kahvemizi içerken birazcık dedikodu yaptık :D
Orada ulaşımın kolay olmasından dolayı ya trafiğe kalırsam ya otobüsü kaçırmışsam gibi şeyleri çok düşünmemiz gerekmediği için kahvemin keyfini çıkarttım.



Ertesi gün Melis benim için yeni bir plan yapmıştı bile. Kahvaltıdan sonra hazırlanıp evden çıktık. Kushimoto sokağına götürdü. Burası yıllar önce Japonyadaki bir kentle Mersinin kardeş olmasından sonra birer sokaklarının isimlerinin değiştirilmesi sonucunda Mersinde bir sokağın ismi değiştirilmiş. Bu sokakta tadı hala damağımda kalan Atomu denedim. Melis bana daha öncesinde anlatmıştı ama denemeden nasıl bir şey olduğunu tahmin edememiştim açıkcası. Eğer Mersine yolunuz düşerse kesinlikle denemenizi tavsiye ederim. Hele yaz günlerinde giderseniz sıcakta hem lezzetli hem de serin bir şeyler içmek kadar iyisi olamaz. Sonra sahile indik orada biraz vakit geçirdikten sonra eve doğru yol aldık :)



Alışverişler, sahil keyifleri derken geldi haftasonu :) Haftasonu Melisin ailesi beni Tarsusa götürdü. Tarsusu da görmedim demem artık :D Tarihi dokusu çok yoğun bir yer. Gerçekten görmeden dönülmeyecek bir yer. St Paul Kuyusu olsun, Kilisesi olsun oldukça ilgi çekiciyidi çok hoşuma gitti. Ayrıca orada bir de Yedi Uyurlar Mağarası var. Orayı görmek de benim için  bir ayrıcalıktı.
Pazar günü ise Vadiye gittik. Orada yer yer yemek için  açılmış mekanlar var ve istediğini yeri tercih ederek ister kendiniz ister mekanın sizlere sunduğu yemeklerle güzel bir gün geçirebilirsiniz. Bol bol oksijen alıp günümün keyfini çıkarttım. Burdan bir kez daha teşekkür ediyorum beni oraya götürdükleri için :)



Haftasonu bitip benim de dönüşüme az bir zaman kalmışken bir de Pompeio Polisi görmek istedik ve yine düştük yollara. Burada yapılan kazılar şu an bitmiş ve bazı bulunan kalıntılar Mersin Müzesinde sergileniyor. Ayrıca Pompeio Polis Atatürk'ün ziyaret ettiği son Ören yeriymiş. Orayı görmeyi çok istemiştim ancak bana biraz boş geldi yani kazı bittikten sonra öylesine terkedilmiş gibi geldi.

Salı günü İstanbula geri dönüş günüm olduğu için hiçbir şey yapmadık, kahvaltıdan sonra hemen düştüm yollara. Bu blogta eksik bıraktığım ya da unuttuğum bir şey var kusuruma bakmayın, üzerinden çok zaman geçtiği için aklımda kaldığı kadarıyla yazdım :)



11 Ağustos 2016 Perşembe

Bizimle Bir Sergi Günü

Herkese Merhaba :)
Çoook uzun zamandır, "tamam ya bu Perşembe kesin gidiyorum." deyip de mutlaka o Perşembe oraya gitmeme engel olabilecek bir şeyin çıktığı, bir sergi olarak aklımda kaldı, İstanbul Modern... Bu sefer bütün planlarımı ona göre endeksledim, diyemeyeceğim tabi ki... Çünkü zaten tatildeyim ve beni engelleyebilecek bir şey yok...
Bu yüzden ben de değişmez kadrom ile (İlayda ve Deniz) bu sıcakta düştüm yollara. Çünkü meraklı olmak bunu gerektirir.
Sergi yolu çok uzun değildi diyebilirim, trafik olmasaydı eğer... İlayda çok fazla trafikte kalmayıp, Kabataş'a ulaşıp bir şeyler yerken, ben trafikte hayatın anlamını sorgulamaya başlamıştım bile...
Karaköy'e ulaşıp, tramvaya binince çok kısa sürede Tophane'ye ulaştım. Serginin girişi için biraz yürümem gerekti, evet normalde yürümeyi çok seviyorum, ama ne yalan söyleyeyim sıcakta da hiç çekilmiyor.
 İçeri girip, Cafe'de yerime yerleşip İlayda'yı beklerken kendimi kek ve Iced Latte ile şımartırken bir yandan da Deniz'i arayıp, yanıt alamıyordum. Bu arada, Cafe gerçekten çok pahalı. Benim gibi açlığınıza yenilip, bir şeyler tercih etmeden önce iki kere düşünün derim...


İlayda fazla gecikmeden geldi de,Deniz maalesef saat 3'te ulaştı, buluşma saatimiz 1'di...



Her neyse, sonunda sergiye girdiğimizde, nereye en önce baksak karar veremedik.Çünkü ilk girişite hemen hemen büyük bir kısım görünüyordu ve benim gibi, fazla meraklı, sabırsız olunca aynı anda her yerde olmak isteyebilirsiniz. Bu arada eklemezsem olmaz, serginin inanılmaz bir manzarası var.

Eserleri incelerken, oturup, manzaraya karşı günün keyfini çıkarmak insanı oldukça dinlendiriyor. Zaten deniz her zaman rahatlatmamış mıdır? :)
Sanatçı ve Zaman sergisi adı altında bizlere eserlerini sunuyordu sanatçılar ve ana amaçları, geçmişten geleceğe ortak çerçeveleri yansıtmaktı.
Sergi, Türk Edebiyatı'nın önemli edebiyatçılarından olan Ahmet Hamdı Tanpınar'ın "ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında" sözlerini de çıkış noktası olarak belirlemişti...
Özellikle bloğumda paylaşabilmek için bol bol
fotoğraf çektim. Tabi ki fotoğraflar, o atmosferi yaşatmaz. Yeri gelmişken ekleyeyim, sergi Perşembe günleri ücretsiz..

Eğer İstanbul Modern'e yolunuz düşerse, eserleri inceledikten sonra kütüphanede bir an soluklanmanızı tavsiye ederim. Zaten o anda kitaplar sizi kendilerine çekeceği için vaktin nasıl geçtiğini anlamayacaksınız....






5 Ağustos 2016 Cuma

Sessizlikte Diyalog



Herkese merhaba
(Bu yazıyı Zorlu Center'da otururken not defterime yazdığım yazıdan aktarıyorum.)
Bugün daha öncesinde Askıda Ne Var twitter hesabının çekilişinden kazandığım Sessizlikte Diyalog müzesine gittik. Tabi ki yanımda İlayda vardı. Daha öncesinde Karanlıkta Diyalog müzesine de gitmiştim, (onunla ilgili yorumumun linkini yazımın sonuna ekleyeceğim :) ) ve çok memnun dönmüştüm o yüzden çok uzun zamandır bu müzeyi merak ediyordum.
Saat 13.00 için mail ile daha öncesinden rezervasyon yaptırmıştım, Gayrettepe'ye koşarak gittim diyebilirim :) müze alanına gelip İlayda'yı beklemeye başladım, malum İstanbul :). O da  geldikten sonra yarım saat kadar bekledik ve salona girdik. İlk olarak eğitmenimiz ile tanıştık, kulaklıklarımızı takıp, kuralları dinledikten sonra ilk salona girdik.

Bizi ilk karşılayan büyük yuvarlak beyaz bir masa oldu. Üstümüzde bulunan ışık ellerimizin gölgesini oluşturuyordu. Bize sorduğu şekilleri (anlayabildiğimiz kadarıyla) yapmaya çalıştık. Bazen masanın üzerine kollarımızı koyup gölgemizi sanki fotoğraf çeker gibi masanın üzerine yansıttı.
Bir sonraki odada çerçeveler vardı ve orda yerlerimizi aldık, yüz ifadelerinin anlatıldığı bir salondu ve önümüzde bulunan slayt gösterisindeki yüz ifadelerini taklit ettik, bizi izleyip doğru yapıp yapmadığımızı kontrol ettikten sonra o salondan da çıktık.
Daha sonraki salonda şekiller vardı ve onları taklit ettik, çıkmadan önce de fotoğraf gösterip hangisinin olabileceğini tahmin etme oyunu oynadık, tamam itiraf ediyorum, kaybettim.
Bir sonraki salonda önümüze kutu olan bir masa çıktı, İlayda ile karşılıklı olarak oturduk ve bize kutunun altı mı yoksa üstü mü diye sordu, ilk önce ne demek istediğini anlamadık ama İlayda kutunun altını işaret edince kutunun kapağını bana çevirdi. Kutunun altındaki resmi İlayda bana anlattı ve ben de içindeki eşyalarla resmi adeta canlandırdım.
Çıkmadan önce duvarlarda bulunan resimlerden işaret dilinin çok az bir kısmını öğrendik. En son girdiğimiz odada bizi biri bekliyordu. Kulaklıklarımızı çıkarıp oturduk. Eğitmenimizi bize tercüme etti ve bizim söylediklerimizi O'na aktardı.
Şimdi! Öncelikle Askıda Ne Var hesabına çok teşekkür ediyorum, bizim için farklı bir deneyim oldu. Ayrıca orada bulunan  bize yardımcı olan eğitmenimize ve görevlilere de teşekkür ediyorum, her şey çok güzeldi.

Karanlıkta Diyalog yazımı okumak isteyenler buraya tıklayarak ulaşabilirler.

Dipnot:
Bloglarımda normalde resimsiz yazı yayınlamıyorum ancak, müzede fotoğraf çekemediğim için sadece internetten bir resim paylaşabildim.

3 Ağustos 2016 Çarşamba

Bizimle Bir Gün

Herkese merhaba :)
Uzun zamandır buralarda değildim, bunun farkındayım ancak ne yazık ki içerik üretemez hale gelmiştim, ama artık buradayım.
Daha öncesinde arkadaşlarımla birlikte Türvak Sinema-Tiyatro Müzesi'ne gitmeye karar vermiştik, ne zaman gitsek ne yapsak diye düşünürken, dün için plan yaptık ve düştük yollara. Bookstagram hesabını birlikte yönettiğim İlayda ve bölümden arkadaşım olan Deniz'le birlikte ilk önce Taksim Starbucks'ta buluştuk. 







Deniz bir aydır Amerika'daydı gelirken bana magnet ve çok istediğim Agatha Christie'nin otobiyografisini getirdi magnetler çoktan buzdolabındaki yerlerini aldı :) Kitabın özelliği hem benim çok istemem hem de ilk basım olması :) Daha öncesinde İlayda ile buluşmuştuk O da Karadeniz ve Gürcistan tatilinden bana ayraç ve bardak altlığı getirdi, açıkcası bardak altlığını kullanmaya kıyamıyorum.









Hediyelerimi aldıktan sonra kahvelerimizi içip Starbucks'tan çıktık ve İstiklal Caddesinde 
yürümeye başladık, bir kaç mağazaya bakarak Galatasaray Lisesi'ne kadar geldik ve o sokaktan aşağıya yürümeye başladık.
 Ben o sokağı çok seviyorum çünkü kitapçılar ve sahaflar var,Müzeye vardığımızda daha içeriye girmeden büyülendiğimizi söyleyebilirim, dışarıdan baktığınızda bile içeride sizi etkileyecek bir çok şeyin olduğunu görebiliyorsunuz.
Kapıdan girip biletlerimizi aldıktan sonra asansörle yukarıya çıktık. Her katın kendine has havası var, eski kameralar, kıyafetler hatta senaryolar. Bazı film afişlerinin önünde fotoğraflar çekindik, hepsini tek tek inceledik ve çok farklı duygular içerinde başka bir kata geçtik.
Merdivenlerden inerken sağımızda ve solumuzda bulunan oyuncuların posterleri oldukça etkileyiciydi. Başka bir salone girdiğimizde yeni bir atmosferle karşılaştık. Eski eşyalar beni hep etkilemiştir, bu müze de benim için biçilmiş bir kaftandı adeta.
Resimlere ve eşyalara bakarken izlediğim Yeşilçam filmleri geldi aklıma, ayrıca müzenin içinde sürekli o filmlerin müzikleri çalıyordu. Özellikle balmumu heykellerinin olduğu salona geldiğimizde, o müzikler sanki filmlerin içindeymiş gibi hissettirdi bana.

Müzenin her yanı tarih kokuyordu diyebilirim, özellikle müzeyle ilgili olan bölümü kısa tutuyorum çünkü kesinlikle herkesin görmesi gereken bir yer olduğunu düşünüyorum. Ayrıca müzenin çıkışındaki defterleri inceleyebilir, satın alabilirsiniz, film afişlerinden olan defterler müzeyle ilgili bir hatıra olabilir. Eğer defter satın almak istemeseniz, çıkarken broşür alabilir, içindeki fotoğraflarla anılarınızı tazeleyebilirsiniz.
Müzeden çıktıktan sonra karnımız çok acıktığı için aynı sokakta bulunan Limonlu Bahçe'ye gittik, yemek siparişlerimizi verdikten sonra havanın tadını çıkarttık. Limonlu Bahçe'de bir çok kedi var, kendilerini pek sevdirmekten yana olmasalarda onları izlemek bile iyi geliyor insana. Yanımıza gelen bir kediyi sevmek için elimi uzattığımda o çoktan Deniz'in elindeki poşete odaklanmıştı bile :)
Yemeğimizi yedikten sonra tekrar İstiklal Caddesine çıktık. Günün sonunda metro istasyonunda ayrıldık ve eve dönüş yoluna geçtik
Umarım yazım hoşunuza gitmiştir, Belki sizler de görmek istersiniz.
Giriş ücretleri ise şöyle
Tam: 10 TL
Öğrenci, öğretmen, 65 yaş üstü konuklar ve grup ve sosyal dernekler: 5 TL
Malul gazıler ve engelliler: 1 TL





26 Ağustos 2015 Çarşamba

Okul Dönemi ve Tatil

Herkese selam :)
Uzun bir aradan sonra yazmaya başladım ve sanırım bir senelik bir yazı yazacağım şu an tam olarak emin değilim :)

Her neyse ilk olarak hazırlık dönemimden bahsetmek istiyorum. Hazırlık dönemim aslında bir ortama girme, alışma olaylarıyla geçti ama yine de başarılı olduğumu düşünüyorum. Yeterince arkadaş edindim belli bir ortama girdim ve farkettim ki herşey liseden çok farklı. Şimdi bana diyeceksiniz ki bunu bir senede mi anladın? Hayır tabi ki de bir senede anlamadım. Okula ilk girdiğim anda bile kendini yeterince belli ediyordu.
 Peki bu nasıl oldu? Bunu da şöyle açıklamak istiyorum. İlk olarak bir sınıfa girdiğimde kimse size ne giymiş nasıl bir saç yapmış nasıl bir makyaj yapmış gibi gözlerle bakmıyor ve kimse birbirini tanımadığı için bir tanışma isteği oluşuyor. Elimden geldiğince insanlarla tanıştım ve lisedeki gibi ergen tavırlar olmuyor. Bir ortama gönül rahatlığıyla "Merhaba" diyerek girebiliyorsunuz. Peki lisede ne tür farklılıklar vardı? Lisede insanların daha çok birbirlerini ezme isteği hep birilerinden üstün olma düşünceleri vardı bunu üniversitede bulamazsınız, herkes kendi halinde takılıyor ve bazen okulun yemekhanesi çok kalabalık oluyordu boş masa bulamayınca başkalarının oturduğu masaya oturabiliyordum, sanırım bunu lisede yapamazdım.

Gelelim komik kısımlarına, benim bölümüm İngiliz Dili ve Edebiyatı ancak hazırlık sınıflarında 3. seviyeye kadar çevremde çok fazla bölümümden tanıdığım yoktu. İkinci seviyede Tercümanlık bölümünden biriyle arkadaş olmuştum. Ancak çevremdeki insanlar hep bana "yazık sana yol yakınken dön" gibi espriler yapmaya başlamıştı. Bu durum kesinlikle beni rahatsız etmedi tabi ki çünkü herkes oraya belli bir olgunluk ve düşüncelerle geldi tabi ki o kadar çabadan sonra bölümümü değiştirme gibi bir durumun olmayacağını herkes gayet iyi biliyor. Çok eğlenceli insanlarla tanıştım çok eğlenceli bir dönem geçirdim ve kendimi bu konuda gerçekten çok mutlu hissediyorum. Sınıflar çok eğlenceliydi yabancı öğretmenlerimiz vardı ve biz kendi aramızda Türkçe dalga geçerken onlar da bizlere boş boş bakıyordu. Dersleri ekmek ise en iyi kısmıydı tabi ki ama yine de insanın içinde bir vicdan kalıyordu ne yapalım bir şey yapıyoruz ama yine de arkasından oturup düşünüyoruz :D
Ben okula ilk başladığımda öğlenciydim ve biliyorsunuz ki akşamları İstanbul oldukça kalabalık oluyor Zincirlikuyu'da aynı metrobüse bindiğimiz halde arkadaşımı kaybettiğimi hatırlıyorum... Evet o akşam oturmuştum ama sanırım metrobüse kendi irademle binmedim :D
 Her neyse daha sonra sabahçı oldum ve tahmin edersiniz ki gerçekten büyük bir eziyetti. Her sabah kalktığımda hayatın anlamını sorgulayan bakışlarla yatak örtümü incelediğimi hatırlıyorum. Her seferinde "Bugün okula gitmesem ne olur?" diye sorar daha sonrasında yine de yataktan kalkardım. Benim için sabahları erken kalkmak gerçekten ama gerçekten büyük bir işkence :D
Bir de üstüne 1 saatlik yolumun olduğunu hatırladıkça yataktan kalktığım için pişman olurdum...
Okulumuz sağolsun genelde sabahları geç kalacağımızı bildiğinden dolayı sabah sınav yapacaksa eğer 2. saate koyardı ama ben genelde 2. saatte uyanık olmuyordum o da ayrı bir konu tabi ki..
Sınavlar zor değildi ama son iki seviyede artık sıkılmanın verdiği bir isteksizlikten dolayı notlarım düşmeye başlamıştı. Hatta bir kere hayatımda İngilizceden alabileceğim en düşük notu aldıktan sonra kendimi tebrik ettiğimi hatırlıyorum. O gün aldığım nota bayağı gülmüştüm ve bayağı büyük bir gururla eve dönmüştüm ama neyin gururu olduğunu tam olarak kestiremiyorum :D Kabul ediyorum o sınava hiç çalışmamıştım kitap okuma sınavıydı kitaptan gerçekten nefret etmiştim o yüzden bir kenara kaldırıp atmıştım...
Finallerden sonra bir hafta gibi görünen üç günlük tatiller vardı bir kere 20 günlük bir tatil yapmıştık. Bir hafta gibi görünen gibi diyorum çünkü iki günü finallerde geçiyordu. Bu tatillerin hepsine evet ders çalışacağım kelime ezberleyeceğim diye başlayıp yan gelip yatmıştım...

Şimdi okuldan şimdilik aklıma gelenler bunlar gelelim tatilime...
Tatilim tam anlamıyla sıkıcınında ötesine geçti. İlk bir aydan hiçbir sey anlamadım. İlk olarak ne oluyor ben nerdeyim gibi modunda sorular sorarak geçti. sonra Haziranda kuzenimin düğünü vardı
bir ziyaret patlaması yaşadık o andan da çok fazla bir şey anlamadım gelen giden bayağı çok oldu ama yine de eğlenceliydi tabiki :) Temmuzda kardeşim stajını bitirip Letonya'dan geldi onun arkasından halamların ziyareti oldu onlarla birlikta bir hafta boyunca gezdik. Sonrasında ben yine bi boşluğa düştüm. Ne yapacağımı bilemediğim günler geçiriyorum çünkü gerçekten çok sıkılıyorum. 4 sezonluk dizi bitirdim. En büyük başarım olduğunu düşünüyorum. Gördüğünüz gibi tatilimden anlatacak çok fazla bir şey yok :D Okulun açılmasını bekliyorum falan sanırım bu tatil olmadı ama yine de dinlendik işte hazırlık çok yorucu değildi ama yine de insan dinlenmeye ihtiyaç duyuyor tabi ki :)

28 Ocak 2015 Çarşamba

Karanlıkta Diyalog

Herkese merhaba
Bugün sizlere çok farklı bir deneyimimi anlatacağım. Karanlıkta diyalog, herkesin kesinlikle görmesini tavsiye ettiğim sergi :)

İstanbul'u hiç görmeden sadece sezgilerinizle gezmeyi hiç denediniz mi? Bugün merak ettim ve Gayrettepe Metrosundaki Karanlıkta Diyalog'a gittim.
Girmeden önce özel eşyalarımızı, gözlüklerimiz varsa gözlüklerimizi kilitli dolaplara bıraktık. Daha sonra görme engelli insanların kullandıkları beyaz bastonlardan verdiler bizlere ve tek sıra halinde karanlığa giriş yaptık. İlk başta oldukça zordu, karanlıkta yürümek, bir yere çarpma korkusu ile eğitmenimize ulaştık. Tanıştık ve bize hiç korkmamız gerektiğini söyledi daha sonra ilerlemeye başladık. İlk olarak kendimizi bir bahçenin içinde bulduk. Ağaçlara dokunduk, köprüden geçtik daha sonra bir arabanın yanında durduk. Artık ellerimiz gözlerimizdi ve objeleri ellerimiz ile tanıdık. Bir ATM'nin yanına geldik. Ekranına tuşlarına dokunduk. (Aslında görmeden bir şeylere dokunmak çok zor. Ne olduğunu bilmeden bir tehlike var mı yok mu bilmeden sadece hissetmeye çalışmak o kadar zor ki. Ama eğitmenimizin bize verdiği güven bir süre sonra bu korkuyu geçirdi.) Daha sonra bir pazara geldik sesler ve meyveler sebzeler. Dokunduğum şeyin ne olduğunu anlamak için koklamaya başladım bazen koklamak da ne olduğunu anlamaya yetmiyormuş bunu da anlamış oldum. Daha sonra bir caddeye geldik. Kaldırımdan inmek ve daha sonra kaldırıma çıkmak aslında o kadar zor bir olay ki. Ayağının takılması korkusu çarpma korkusu ve daha sonrasında kaldırıma çıkıp duvarı hissetmenin rahatlığı. Yol boyunca yürüdük ve bir başka zorlukla daha karşılaştık. Tramvaya binecektik ve merdiven çıkmak hiç bu kadar zor olmamıştı. Beyaz baston yardımıyla çıktım ve koltuk aramaya başladım. Herkes tramvaya bindikten sonra eğitmenimiz bir an sustu. İşte o anda kendimi çok yalnız hissettim sanki o karanlıkta kalacakmışım gibi geldi, sanki kimse beni kurtaramayacakmış gibi. Daha sonra birisi eğitmenimize seslendi orada mısınız ? diye. Eğitmenimiz evet buradayım sadece biraz kendinizi dinlemenizi istedim dedi. Sesini duyunca o yalnızlık duygusu gitti çünkü bize yol gösteren kişi oydu ve tek güvencemiz onun sesiydi.

Daha sonra tramvaydan indik ve yol boyunca ilerledik vapura geldik. Martı sesleri ve denizin dalgası vapura bindik oturduk. Heybeliadaya geçmeye karar verdik ve kendimizi orada bulduk. vapurdan indikten sonra eğitmenimiz duvarlara dokunmamızı istedi. Balık ağlarını hissettim dokunarak yürümeye devam ettik. Daha sonra onların nasıl okuduklarını anlayabilmemiz için alfabelerin olduğu yere geldik. Altta Latin Alfabesi ve üstelerinde de onların alfabesi vardı. Kendi baş harflerimizi bulduk. Daha sonra yürümeye devam ettik ve bir kafeye geldik.
İçeceklerimizi aldık ve oturduk. Turumuzun sonuydu artık bu ve eğitmenimiz Hayati Bey ile sohbet etmeye başladık. Gerçekten çok sıcak kanlı biriydi. Bize kendini anlattı Açıköğretimden Sosyoloji bölümünü okuyormuş ve sesli kitaplar onun en büyük destekçisiymiş.
Bu gezimden anladığım en güzel şey orada hepimiz eşittik. Oradaki kimseyi tanımıyordum ama hepimiz birbirimize güvenmek zorundaydık. Birbirimize yardımcı olduk. Sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi. Hislerimize ve çevremizdeki insanlara güvenmek zorundaydık.
Bu gezimden sonra görme engelli insanlar için kitap okumaya karar verdim. Bir faydam olmasını istedim, onlara yardımcı olmak istedim.

27 Aralık 2014 Cumartesi

Ne Okuyorum?






Herkese selam uzun zamandır yazmaya fırsat bulamadığım bir yazı ile karşınızdayım. :) Oturup saatlerce kitap okumayı seven, boş vakitlerinde genellikle kitap okuyan birisi olduğum için doğal olarak kitaplarla yaşıyorum :) şimdi sizlere favori kitaplarımdan bahsetmek istiyorum. İlk başta tabi ki Marc Levy'nin kitapları geliyor.


Bir gün klasik bir hafta sonu turlamasına çıkmışken bir kitap dükkanına girmiştim. Ne okuyacağıma karar verememişken Marc Levy'nin "Keşke Gerçek Olsa" kitabını gördüm. Kapağı ilgimi çekmişti, daha sonra kitabın arkasını çevirdim ve konusunu okumaya başladım. Çok ilgimi çekmişti, alsam mı almasam mı diye düşünürken denemekte fayda var diyerek satın aldım. Eve gelip okumaya başladım ve Marc Levy o anda en sevdiğim yazar oldu. Hem aşk hem de macera bir aradaydı bu kitapta. Daha sonra bu kitabın devamı olduğunu gördüm ve bitirir bitirmez onu da satın aldım onu da aynı heyecanla okudum, diğer tüm kitapları da benim için hiç değişmedi. Hep aynı heyecanla aynı sevinçle okudum herkese kesinlikle tavsiye edeceğim bir yazar :)







Bir diğer okuduğum yazar ise Tess Gerritsen. Bir önceki yazımda imza gününden bahsetmiştim, çok sevecen bir yazar olduğu kadar kitapları da insana çok farklı bir heyecan katıyor. Adrenalin romanı arayanların kesinlikle okumasını tavsiye ederim. Hatta Cnbc-e'de Rizzolu&Isles dizisini de takip edebilirsiniz çünkü senaryosu Tess Gerritsen'ın kitaplarından alınıyor.
Saçma sapan konular ile adrenalin yaratmayarak sürükleyici bir roman sunuyor Tess Gerritsen. Onun kitaplarını satın aldığımda her şeyi bırakıp soluksuz kitap okuyorum, elimden düşüremiyorum. Öyle muhteşem kitaplar yazıyor kendisi :)














Bugünlük yazacaklarım bu kadar kitaplar her zaman yaşamımızda olsun hiç bizden uzaklarda kalmasın. Yepyeni dünyaları görüp farklı heyecanlara tanık olalım. Hatta belki de kendimizi daha fazla kaptırıp kendimizi karakterlerin yerine koyalım :)
Kitaplığımdaki tüm kitapların yeri benim için ayrı. Şu an Tolstoy'un Anna Karenina kitabını okuyorum ondan sonra yeni aldığım Gayle Forman'ın orjinal dildeki kitabını okuyacağım. Özellikle aradığım Where She Went kitabını okumak için heyecanlanıyorum :)